Son yazımda Trump’ın ABD başkanlığı görevini devralması ile birlikte büyük olasılıkla NATO’nun öneminin azalacağı, Avrupa güvenliği için Türkiye’nin öneminin artacağından bahsetmiştim. Bu yaklaşımıma itiraz edenler, “sen Türkiye’yi ateşe mi atmak istiyorsun!” diyen arkadaşlarım da oldu, bu tezi ciddiye alarak tartışanlar da oldu. Bu noktada hemen şunu belirtmekte yarar var. Yaşam hayaller (ideal/ideoloji) ve gerçekler (reel politik) arasındaki dengeyi oturtabildiğimiz oranda başarılı ya da başarısız sonuçlara yol açıyor. Yine son yazımda belirtmeye çalıştığım küçük bir teorik yaklaşımla meramımı anlatmaya başlayayım. AB kurucu antlaşmalarının çerçeve niteliğinden bahsetmiş, kurmayı hedefledikleri yapının nasıl kurulacağını tarif ettiklerini, bu hedef doğrultusunda kurumlar oluşturduklarını, bu kurumlara görev, yetki ve sorumluluklar verdiklerini, dolayısı ile anayasal karakter gösterdiklerine değinmiştim. Bizim 12 Eylül 1963’de imzalanıp, 1 Aralık 1964’de yürürlüğe giren, o dönemin AET’si, bu dönemin AB’si ile aramızda bir ortaklık tesis eden Ankara Anlaşması da, AET antlaşmasının küçük bir kopyası olması nedeni ile aynı karakteri bünyesinde barındırmaktadır. Diğer ifadesi ile nevi şahsına münhasır bir anayasal karakterden bahsetmek mümkündür. Bu bağlamda anlaşmanın 28inci maddesi muğlak de olsa tam üyelik hedefini dile getirmiş (Türkiye AET’den kaynaklanan yükümlülüklerini yerine getirmeyi kanıtladığında, Türkiye ile AET arasında tam üyelik müzakerelerinin başlanması olasılığı incelenir), bu hedefe varılması doğrultusunda kurumlar oluşturmuştur. Bu kurumların başında da Ortaklık Konseyi (hem karar alıcı, hem de ihtilafların çözüm mercii) gelmektedir. Ortaklık Konseyi’nin en önemli kararı, dönemin isim değişikliğine bağlı olarak, Türkiye ile AT arasında gümrük birliğinin son dönemini tesis eden 1/95 sayılı kararıdır. Yine Ankara anlaşması çerçevesinde tam üyeliğe giden son döneme geçiş gümrük birliğinin sağlanması ile mümkündür. Dolayısı ile çok tartıştığımız gümrük birliği, ekonomik olmanın ötesinde siyasi hedefe ulaşmanın bir aracı olarak değerlendirilmelidir. Öte yandan gümrük birliği söz konusu olduğunda, konu sadece Türkiye/AB ilişkileri ile sınırlı olmanın da ötesine geçmektedir. Gümrük birlikleri ve serbest ticaret anlaşmaları (STA) 1995 yılında kurumsallaşan GATT’a (tarifeler ve ticaret genel anlaşması), kurumsallaşmış hali ile Dünya Ticaret Örgütüne konsolide edilmiş istisnai bir yükümlülük niteliğindedir. Aralarında gümrük birliği ya da STA yapan ülkeler, kendi aralarındaki ticari kısıtlamaları kaldırdıklarından, diğer üçüncü ülkelere karşı ticarette trafik sapmasına yol açmaktadır. Dolayısı ile belirli bir dönemin sonunda ben sıkıldım, bu oyundan çıkıyorum demenin maliyeti geriye dönük ciddi faturaları ülkelerin karşısına çıkartabilmektedir. Bu noktada küçük bir bilgiyi de hemen ekleyelim, Türkiye ile AET arasında gümrük birliğinin başlangıç tarihi, asimetrik olarak hukukin 1 Ocak 1973’dür. Asimetriden kastımız, Ankara Anlaşması’nın nasıl uygulanacağını düzenleyen Katma Protokolün yürürlüğe girdiği andan itibaren, AET ülkeleri Türkiye’ye karşı uyguladıkları ticari engelleri kaldırmış, Türkiye’nin karşıt yükümlülüklerini yerine getirmesini takvime bağlamıştır. Bu anlamda 1/95 sayılı Ortaklık Konseyi kararı Türkiye’nin asimetri içinde kendi yükümlülüklerini yerine getirmesi belgesi niteliğini de göstermektedir. Yerine getirmesek ne olurdu? Dünya Ticaret Örgütünden atılmak ya da 1973’den 1996’ya kadar oluşturulan ticaretteki sapmanın tazminatını ödemek gibi bir sonuç doğururdu ki; bu duruma katlanmak mümkün değildi. Gelelim güncel tartışmalara. AB cephesinden ara sıra, özellikle Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye raportörleri tarafından, Ankara Anlaşması’nın yerine geçecek farklı bir model önerileri dikkat ettiyseniz, Avrupa Komisyonu tarafından dikkate alınmamakta, Türkiye’nin hala AB tam üyeliğine aday bir ortak üye olduğunun altı çizilmektedir. Ankara Anlaşması’nın ortadan kaldırılmasının yaratacağı öncelikli sorun, geçmişe yönelik olarak bütün Ortaklık Konseyi kararlarının tartışılması, yok sayılması olacağı ölçüde mevcut gümrük birliğinin varlığının da tartışmaya açılmasıdır. Bu durumda oyunu bozan faturayı öder ilkesinden yola çıkarsak, Dünya Ticaret Örgütü yükümlülüklerinin faturası da AB’ye çıkar ki; göze alınamaz. Bizim cephede ise çok hevesli olduğumuz anlaşılan BRICS’e katılmak, esas itibarı ile gümrük birliği ile bağdaşmadığı oranda faturanın bize kesilmesi sonucunu doğurabilir. Allahtan Rusya’nın bizi BRICS’e almak gibi bir derdinin olmadığı anlaşılıyor. Yarım ağızla geçiştiriyorlar. Yine dönelim bir önceki yazımızın konusuna, yani “Avrupa’nın güvenliğinin Türkiye’den geçtiği oranda, Türkiye’nin tam üyeliğinin önü açılır mı?” sorusuna. Güvenlik bir reel politik meselesi. Son olarak Almanya’nın Türkiye’ye “Eurofighter” satışına onay vermesi belki de bu tezimizi doğrular mahiyette. Ama öte yandan mevcut yapımızın AB üyeliğine imkan tanımayacağı da bir diğer gerçeklik. Demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan haklarının gözetilmesi konularında nerede olduğumuz düşünüldüğünde, çok ciddi bir dönüşüme girmemiz olmazsa olmaz nitelik gösteriyor. Hani “hikmeti devletten sual olunmaz!” düşüncesine bağlı olarak, işi Öcalan’ı TBMM’de konuşmasına kadar vardıran Devlet bey, Türkiye’nin önünü açmak için öncelikle Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının uygulanması önündeki engellemelerini kaldırır mı? Pek sanmıyorum. Türkiye mevcut jeo politik gerçekler karşısında mevcut yapıyla devam edebilir mi? Enseyi karartmak istemiyorum. |
||||||||||||
|
||||||||||||
|
||||||||||||
|
||||||||||||
|
||||||||||||
|
||||||||||||